23 Haziran 2006

E Hadi Bana Eyvallah!



Gidiyom ben...





Datça'ya. Bizim sokağa...





Anneciğim ve babacığımı gelemiyor bu yıl...Aşklarını İstanbul'da yaşamaya devam edecekler...





Yapacaklarım var bir sürü. Şimdiden planladım. Yürüyüşler yaparım sahillerde...





Belki yürüyüşlerime eşlik etmek isteyenler olur...Hımm...





Taş toplarım yine...





Arkadaşım 'Çiko' bekliyordur beni...





Yan gelip yatarım kumlarda...





Kumdan kaleler yaparım sonra...





Pazara da giderim muhakkak...





Balık tutarım belki...





Tutamazsam 'Dut Dibi'nde balık rakı yapmadan dönmem...






Sahilde yürüyüş yaparım demişmiydim? (Hay allah.. bak fotoğraflar karışmış..)



Özleyin Beni!

22 Haziran 2006

Haci Haciyi Mekke de Deli Deliyi Dakkada Bulur



Yaaa.. Ben daha önce hiç böyle konuşan bir kedi görmemiştim. Cuma konuşuyo. Evet resmen dün gece konuştu. Bir bilene danıştım "mama yerken yapar, çok keyif aldığı içindir" dedi. Ama o sadece mama yerken değil ben bişey söylediğimde de cevap veriyor yaa... Konuşma konusunda kendim ile ilgili fikrimi daha önce yazmıştım zaten. Eee.. Kedisinin de farklı olması pek beklenir bir durum değil demek ki...ya ama ama yerim yaaa..


- cumaaaaa ben geldim nerdesin?
- (arka ayaklarını esneterek uyumakta olduğu mutfak sandalyesinden kalkarak kapıya doğru gelir) maauvvv miiuvvv miiyyaauuvv muuvvv..
- hımm.. ben de seni özledim. gelsene bakiim sen benim yanıma biraz...
- (kanepeye uzanmış bendenizin üzerine atlayarak) mauvv miiivvvv meeaauvvv..
- demek öyle. peki oyun da oynadın mı?
- (ellerinin arasına burnumu kıstırarak) muuuiivvv..
- afferim sana. gel bakalım yemek de yemiş misin?
- (ayağa kalkıp aşşağı iner gibi yapıp geri dönerek) miuvv mauvv mauvvvvv..
- eee, o kadar özel bi mama aldık sana seveceksin tabii..
- (mamaya tekrar yumularak) mauvuvvvv murgg muvv..
- tamam hadi biraz daha ye bakalım. Ben de gidip picamamı giyyim bari..
- (mama yemeğe devam. burada beni pek sallamıyo) mırk mırk mırk..

Açıkhava'da Ay Doğdu

auhahuahuhauauhauhahuahuauahuahuahuha...

Offf.. Dün geceden beri gülüyorum. Gece olayın hemen üzerine yazacaktım taze taze ama hem çok geç bir saatdi hem de uykum gelmişti. Öyle aç bilgisayarı, yaz falan yapamadım..ahauhahuauauahauahua...

Evet sevgili dinleyicilerim habercilikte son nokta. Hiçbir yerde duyamayacağınız ve göremeyeceğiniz bir haberi aktarıyoruz şimdi size...ahuahahuhahahuhauh

Ya dün akşam bir takım ısrarlara dayanamayıp bir konsere gittim Açıkhava'da. Özcan Deniz - Hüsnü Şenlendirici konseri. İkisinin de hepi topu birer ikişer şarkısını dinlenebilir buluyorum aslen ama bilet vardı, arkadaşlarımı severim, beraber vakit geçiririz (çok hainim lan ben) diye gittim. Neyse mevzuu bu değil. Efenim şimdi Özcan bey'in (taş gibi adammış bu arada) tam okurkene mikrofonu bozuldu. Hüsnü'cüğüm de (onun da yüzü güzel ve yetenekli bi adam hakkaten) olanca kibarlığı ile kendi mikrofonunu verdi. Bunu hemen fark eden ses ekibi gencecik bir asistanı (heyhat) sahneye yolladı değiştirsin bozuk mikrofonu diye. Gencimiz de sahnedeki tiplemelerden oldukça farklı bir tipolojiye sahip olduğu için anında dikkat çekti ve ister istemez gözler onu takip etmeye başladı. Bol, düşecekmiş gibi duran pantolonu, kısalı uzunlu katlı saç kesimi, üst üste giyilmiş t-shirtleri ve düzgün fiziği ile istediği kadar kenardan yürüsün herkes ona bakıyordu bi kere. Mikrofonu aldıııııı, eğilerek ve koşar adımlarla çıkmaya çalışırken ayağı kabloya takıldıııı ve emekleyen bebekler gibi dizlerinin üzerine düştü.

Ve işte o andı 4000 kişinin donup kaldığı an. O bol pantolon küçücük bir kıpraşmayı bekler haldeydi zaten. Garibim dizlerinin üzerinde durduğu pozisyondan ayakta pozisyona geçme aşamasında pantolonu ayak uydurmadı ona. İşin daha korkunç olan tarafı ise içine çamaşır neviinden koruyucu birşey giymemiş olması idi. Açıkhava tiyatrosuna ve tam da izleyiciye doğru bir ay doğru. Dolunay...Bembeyaz.. ahahuahuahuhauahuah ya iğrenç bir insanım ben yaaa... ahuhhahuhahhahuahuauauahuahuh...yazamıycam daha fazla... ahuhauhahuauahuahuahuh...

Geçen sene de yine açıkhava'da Zuhal olcay - Bülent Ortaçgil konserinde Zuhalimin memeleri açılmıştı. Hem de uzuuuun bir süre fark etmemişti. Hey allahım yaaa..Her yıl bişey..Lan lan.. Dur bakiim gelecek sene de Emre Altuğ'a gidiim bari. ahuhauhahua hakkaten iğrençmişim ben ama yaaa..

Bu olaylarıı da izledikten sonra sahne fobim yüzbin kat arttı. Artık ölsem çıkmam sahneye sanırım. Hiç bir şekilde hem de. auhahuahuhahuhahuahhuahuhauha

20 Haziran 2006

Deli Cuma

İstek üzerine Cuma'nın diğer fotoğrafları karşınızda. Komik yaratık...





19 Haziran 2006

Hoşgeldin 'Cuma'

Bu haftasonu istanbul'da geçirdiğim son haftasonuydu. Heyooooooooo...
Sevince aldanıp temelli gidiyorum sananlar yanılırlar tabii ki. Altı üstü bir hafta yok olacağım ortalıktan.

Yine güzel, yaza yakışır bir haftasonu yaptık. Bu kez uzun uzun anlatmayacağım. Çünkü bu haftasonu hayatımla ilgili önemli bir değişiklik yaptım. Artık evde epey kalabalığız. Hikayeyi anlatmadan önce diğer küçük detaylar neymiş haftasonuna dair onlara bir bakalım:

Cuma akşamı Taksim'de tam 8 kız eğlendik. Gerçekten çok eğlendik. Açık havada içilen 3 duble rakıdan sonra bendeniz şarkı bile söyledim; o derece. Çok sakin ve hoş bir yerde olmanın rahatlığı vardı sanırım üzerimde. Ya da bu neyin rahatlığıydı tam olarak bilmiyorum.

Cumartesi sabah eski bir arkadaşın telefonu ile yerimden sıçradım. Sabahın dokuzunda hatırladığım kadarı ile önce benden iyi bir küfür yedi, sonra benim evin oralarda olduğunu ve kahvaltı için beklediklerini söyledi. Yeni kız arkadaşı ile ziyarete gelmiş. Sabahın kör vakti tanıştırılmak istenmişim. Ah bu kadınlar ve takıntıları...

Öğlen ve akşam olanlar az sonra.

Pazar günü babalar günü olduğu için ailecek kahvaltıda buluştuk. Atölyede babam ile ben hazırladık kahvaltıyı. Karpuz peynir. Karpuzu ben, peyniri o dilimledi. Pek zor bir işi oldu. Sohbet ettik, hediye olarak aldığım 'Sabahat Akkiraz Orient Expressions' albümünü dinledik. Sonra ben koşarak eve gittim. Niye? anlatiim...

Cumartesi öğlene geri dönüyoruz. İşte o öğlen önemli bir işimiz vardı. Kedi almaya gittim.




Cuma günü gelen "kedimiz yavruladı ve yavrulara ev arıyoruz" mailinde gördüğüm an ona aşık oldum. Uzun zamandır kararsızdım. Bir kedi ile birlikte yaşayabilir miydim? Neredeyse bütün arkadaşlarımın kedileri vardı ve ben onları çok seviyordum, eh sanırım onlarda beni. Bir diğer taraftan köpek besleyen bir insan olarak kedilerin çok daha farklı olduklarını da biliyordum. Hiçbir zaman ben onun sahibi olamayacaktım. Ama bütün bu düşünceler o kediciği gördüğüm an yok oldu gitti. Gözleri öyle deli bakıyordu ki. Hemen "ben istiyorum, hemen gelebilirim ve alabilirim" dediğimde Burcu aradı, konuştuk sözleştik.

Yaprak ve Eylem bana eşlik ettiler. Gittik. Önce yavruları ve anneyi sevdik. Bu kalışımız yüreğimizin fazla dayanmayışından dolayı kısa sürdü tabii. Kediyi aldık ve oradan ayrıldık. Ne yapacağımı bilemiyordum. "Ne yiyecek, nasıl olacak, ilaç, aşı, ne yapıcam ben, nereye yapcak tuvaletini, hangi mama ona iyi gelir, erkek kedi kısırlaştırmak gerekiyor mu, ne zaman, ay ay ay" sorularıma, paniklerime Eylemcik olabildiğince sakin ve tek tek cevaplar verdi ve beni sakinleştirdi sağolsun. "çok tatlııııııııııııııııııı" olan kediye yol boyunca isim bulmaya çalıştık.

- Kara olsun..
- hımmm hayır yaaa..
- Kara Murat..
- ahahaahaha
- Black
- ı ıh..
- djarum
- o ne yaaa..
- cücü..
- o ne şimdi bee..
- Bulduuummmmmmmmmmmm!!!
- ??
- Cuma.. Cuma olsun. Hem siyah işte, hem cuma günü gelen mail ile bulduk onu, hem de ben Robinson'um işte..
- ahahaaha.. Oldu bu...



İstikamet tam teşekküllü bir market. Ivır zıvırlar, gerekli tüm malzemeler alındı. Ben de yavaş yavaş öğrenmeye başlamıştım. Sonra evimize geldik. Ve hayat benim için durdu. Artık evden beş dakika ayrı kalamayacağımı hissediyorum. Haftasonu bir çok ziyaretçimiz oldu. Cuma ile onları ağırladık. Özgür, Özge, Gülseren...Pazar günü veterinerimizin ilgili tavrı ve üşenmeksizin yaptığı açıklamaları ile bilmediklerimi de yavaş yavaş öğrenmeye başladım.

Ekin ve Cuma'nın macereları başladı...Hayırlısı bakalım...Şimdilik sabahları burnumu ısırarak uyandırmasından ve gece saçlarımın altına girip mırlayarak uyumasından hiç bir şikayetim yok.. Yaaa ne işim var benim burda. Eve gitmek istiyorum bir an önce...

15 Haziran 2006

Dolu-n-ay



Ne kadar güzel görünüyor değil mi?
Ama ben kendisinden pek hazetmiyorum artık!
Hayatımın hiç bir döneminde bir kez olsun yolunda gitmedi işlerim ay bu dolmuş hali aldığında.
İlk kez "ha ha bu kez beni yenemeyeceksin" dereken...
Ya bi git yaaa...

13 Haziran 2006

Bu ne beee...

Sabah sabah ayakkabımın içine su doldu. Niye? İstanbul'da 13 Haziran günü bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor çünkü. Ama klimalar efil efil çalışıyor maaşallah. Neymiş: iki ayar varmış. Bir yaz bir kış. Öyle ayarlanabilir değilmiş. Lan...Neyse...
Üşümeyi sevmiyorum, hele karanlık havadan nefret ediyorum. E bi de bugün salı, "salı sallanır", ayın 13'ü uğursuz gün. Bi de dolunay var. ohhh suyundan da koy.(hurafe bunlar)
Neyse şimdi MFÖ sizler için seslendiriyor sevgili dinleyicilerim "Mustafa yağmur var İstanbul'da" sağlıcakla kalın.

12 Haziran 2006

Bu haftasonu da Çocuklar Gibi Şendik!

Eveeeettt sevgili dinleyicilerim bu haftaki programımıza hoşgeldiniz.

Güneşin tenimizi yakıp açıkta kalan yerlerimizde amele yanıkları yaptığı, ayaklarımızın altının gezip tozmaktan nasırlaştığı, benzin masrafımızın x3 olduğu, evlerimize otel muamelesi yaptığımız, içimizin tuhaf heyecanlarla kabarıp kabarıp durulduğu, incecik tişörtlerden çıkan ve geçen yaz olmadığını hatırladığımız göbeklerimizi eritebilmek için yediğimiz karpuz yüzünden günün büyük bölümünü işimede (burada 'acele işeme şeytan karışır' espirimi yapmak isterim) geçirdiğimiz, "ay inanmıyoruuuaaammmm bir tanecik açık ayakkabım yok" diyerek kredi kartlarımızı kaç kez uzattığımızı hatırlamadığımız, beyaz pantolonun içine nasıl don giymemiz gerektiğini kızlar arasında uzun uzun tartıştığımız, yaz aylarına girdiğimiz şu günlerde...offf tamam sustum.

Kısaca hava süper abicim, güneş şahane, çamur yok, heryerler pıspırıl, kediler köpekler, biz de geziyoruz. Detay bölümüne alalım sizi:


Evet Cuma akşamından başlayalım bakalım: Efendim Cuma akşamının kısa özeti aslen şudur: Hakan'ı doyurmaya çalıştım. Ve fakat sanırım olmadı. Ev sahibi olarak yediklerinin listesini hiç dökmeyeyim ayıp olur. Kendisi kendi blogunda güzel güzel anlatmış zaten. (bkz: kakaycan) Öyle tatlı ki.

Ne diyorduk hah evet cuma akşamı. Haftanın en sevdiğim günü. Ertesi sabah erken uyanma derdi yok, erken uyuma zorunluluğu yok, dibine kadar dağıtsan toparlanacak daha bir sürü vaktin var falan.. Hava yağmurlu olduğu için evde kalmayı tercih ettik. Eylem, Akay, Hakan ve bendeniz yine spontan bir şekilde iş çıkış saatlerine göre sırayla benim malikhanede toplaştık. Yeni evin salonuna sığmadığı için antika bir sandık ile değiştirilmeye mahkum olmuş yemek masasının yokluğunu hiç hissettirmeden "gelen açtır, hadi bakalım mutfaktaki masada ye sen yemeğini" numarası ile o gecede yırttım ama nereye kadar. bakalım görücez.

Sanırım bizim beyin hücrelerimiz biraz fazla kıvrımlı. Bir araya geldiğimizde çok ilginç şeyler yapabiliyoruz çünkü. Bu kez kendimizi birden TDK'a inat bir takım kelimelere açılım yaparken bulduk ki hiçbirini buraya yazamam. Alt benliklerimiz gün yüzüne çıkışını şaşkınlıkla izledik. Dimi kız Cevriye.. Buluşlarımızı hakkaten yazamam ısrar etmeyin. Babam, annem falan okuyor yahu blog'u. (Babaaaa seni seviyorum. Ama sana yazdığım entry zaman ötesine geçince sildim. Karmayı da kurtaramadık. 20 puan düşmüş. 'leziz'dim 'baldan tatlı' olmuşum. aman çok üzüldüm) Ve tabii ki bu beyin fırtınası esnasında yine yine çok güldük. Ben seviyorum bu gülme işini. Bütün gün kazulet gibi oturunca iş yerinde biraraya geldiğimizde içim pörtlüyo...(ahahaah Yiğit Özgür hastasıyız. İçin çömelmiş, yüreğin göbelmiş)

Cuma akşamı yaşanacak bi akşamdı, anlatılacak değil o yüzden geçiyorum ama Akay'ın televizyona birer eleştirmen edasıyla baktığımız dakikalarda ettiği lafı yazmadan edemeyeceğim. (yazmak için 2 gündür aklımda tutmaya çalışıyorum zaten, çatlıycam) Efenim çok yetenekli şarkıcılarımızdan Gülşen hanım bir eda ile boktan şarkılarından birini icra ederken, biz "sesi mesi iğrenç ama taş gibi hatun valla, Erol'dan iyisini bulabilirmiş" falan gibi geyik üstü bir sohbete dalmaya meyil ederken "amaaannnn, bizim orda gümeye koysan ördek diye vururlar. o derece paytak bi hatun" diyerek serdi bizi yerlere.

---------------------------------
Ben de farkındayım her paragraf bir cümle oluyor, gereksiz taramalar, tanımlamalar yapıyorum aralarda. Ama ben girdiğim tüm yetenek sınavlarını da gereksiz taramalarla kazanmıştım.. ahaaha.. evet iğrenç bi espiri oldu.. tamam kestim.
---------------------------------

Cumartesi gayet vakitli uyanmam gerekiyordu çünkü bu yazın ilk nikahı o gündü. (açılış yani. Devamı gelir şimdi bunun) Kuafördü, saçdı, makyajdı derken bir yığın iş vardı. Saçlar boyandı, kıyafetler ütülendi (ıııyyy), süslendi püslendi evden çıkıldı. O şekilde Beşiktaş vapurunda pek sükse yaptım, ya da bana öyle geldi. Hah ama "of be mis gibi kokuyo" bana söylendi ondan eminim. Eskiden çok sinirlenirdim, yaşlandıkça mıdır nedir bi tuhaf oldum. Elbette bi değişiklik yok, maganda magandadır işte ama tepki vermiyorum artık onu fark ettim. Kaç Türk gencini sakat bırakmışlığım vardır oysa yollarda. Beşiktaş'dan Şişli nikah dairesine çıkış çok meşakkatli bir iş, sakın denemeyin. 3 taksi şöförü ile kavga edip en son sakin davranmam gerektiğini anlayarak ikna edebildim birini beni gideceğim yere ulaştırmaya. Mevzu malum: yakın mesafe. Neyse öyle böyle derken canımız Serdar'ımızı everdik. En şahane sahne nikahdan önce benim Serdar'a yaptığım nanik karşılığında onun gözlerini şaşı yaparak dil çıkarmasıydı sanırım ki gelin "evet" demeden önce biraz durakladı.

Oradan Aylin ve Tuğba ile çıktık. Hakan ve Akay'ı uzun zamandır görmemişlerdi. Birlikte yemek yiyecektik, haydi hep beraber dedik. Kızlarla araba ile Nişantaşı'na zar zor girdik, Hakan'ı ışıklardan topladık park ettik (bak yine çok gereksiz yazıyorum dimi yaaa) Teşvikiye Cafe'de durduk. Aman efendim bir canti, bir üst tabaka mekanlar...Bir aidiyet ve benlik arası çelişkiler falan.. Neyse..

Derken Akay da geldi. Sonra Eylem. Ve işte yine biraradayız. Heyoooo... Arkadaşlarım arasında birbiriyle tanışmayan kaldı mı onu düşünüyorum. Hımm Evet Eylem ve Tuba var..Kısmetse bu akşam..eheheh..Tırsıyorum bildiklerini ifşa etmelerinden.. ahahah şaka len şaka izlimiz saklımız mı var. Yazdıklarım yeter..

Ne diyorduk? Hımm Tuğba ve AYlin ikilisinden öpüştük koklaştık ve ayrıldık. Akay, Hakan, Eylem ve ben Alp Tamer'in sergisinin açılışına doğru Dirimart'a doğru seirttik. Hakan bir süre sonra bizden ayrıldı. Biz biraz içtik, biraz takıldık sergide. Ama en çok da resimlere bayıldık. Canım Alp yaa, öyle tatlı, o kadar gönlü zengin bi insan ki. Sergiden bi resim istedim "zaten biri senin, yeni eve" dedi. o derece böyle geniş bir insan yani. Ama ben de ona nikah şekeri verdim ağzı tatlansın diye.

Sergide yine bir sürü eş dost ahbap derken gülümsemekten ve öpüşmekten yüzümde bir uyuşma hissetmeye başlamıştım ki Akay ve Eylemin gözleri ile "hadi kaç" işaretini gördüğümde 'road runner' gibi toz oldum ortamdan. En son babamın teeee üniversiteden arkadaşı olduğunu ve beni göz yapımdan çıkardığını söyleyen bir kadının apartmanına doğalgazın nasıl hala gelmediğini dinliyordum. Adını hatırlamıyorum ama komşusunun adı Ceren.


Hava kaymak gibiydi. Sıcak ama delirtmiyor. Doğal klima var sanki ortamda. Yürüye yürüye kendimizi güzel bir kahveciye attık çünkü konuşmamız gereken meselelerimiz vardı. Kahveleri söyledik, konuşmamız gerekenleri konuştuk. Biraz kıpırdanmamız lazım, sonuç güzel olacak, gelecek günler bizimdir. Hele biraz haline yoluna sokalım kafamızdakileri sizlerle de paylaşacağız elbette. Takip ediniz efendim.



Akşamı etmiştik. artık mahallemize dönme vakti gelmişti. Akay bey Defne hanımlara gitmek için bizden ayrıldı. Eylem ve ben dolunayın olduğu gecede boğazda bir motor yolculuğu yapma şansını da yakalamıştık bu arada. oh ohhh.. Aman da yaz geldi diye çıkıp oynayasım vardı.

Cumartesi gecesini klasik bir şekilde 'televizyon makinası' izleyerek salondaki kanepenin üzerinde Pazar gününe bağladım. Arada bağlama sırasında bir kopukluk oldu sadece ki o da sokakta deli gibi kavga eden bir çiftti. Adam kadını dövüyo kadın "imdat" diye çığlıklar atıyo, mahalle halkı pencerelerden izlemek ile yetiniyo. Polisi aramamla ve onların hayrete düşürecek hızda 2.5 dk. içinde gelmesi ile ortalık eski sessizliğine kavuşuyo. Sanırım evin yerini çok doğru seçemedim bu kez.


Pazar sabahı Gülseren hanım uyandırdı efendim. Çalar saat gibi. Saat 12 dedinmi çalıyor benim telefonlar. Bir de itiraf etti "Evet bekliyorum o saate kadar. Çok sıkılıyorum ama kıyamıyorum, uyusun diyorum. Yoksa daha erken ararım" diye. Ayılmanın ardından aldık efendim kendilerini ve Alis hanımı evlerinden ve talep üzerine istikamet Anadolu hisarı. Oh göksu deresine nazır kahvaltımızı ve gazete keyfimizi yapıyoruz. Alis hanım da pek memnun doğal ortamda olmaktan. Oturduğumuz masanın altında zeminde bulunan ahşap döşemenin boşluklarından aşağıya dayamış burnunu hem izliyor hem kokluyor. Kıpırdayan su ile oyun oynuyor kendince. Derken akşamüstünü ediyoruz. Bu arada ben şemsiyenin dışında kalan kolumu yakmışım farkında değilmişim. Akşam acısıyla fark ediyorum. Sol kol amele.

Anneyi mutlu ettikten sonra babaya doğru yol alıyoruz. Bizimkinin türbeye dönüşmüş atölyesi yine full çekmiş. Yazar çizer ne ararsan orada. 78'liler memleketi kurtarıyorlar. Moda iskelesine karşı rakıları açmışlar, meze olarak karpuz yiyorlar. Tey tey...

Evi bok götürdüğünü hatırlıyor ve kadehimi istemeyerek de olsa terk ederek onları projeleri ile baş başa bırakıyorum. Kakılmış iş başında.

Akşam saatleri olduğunda haftasonunu bitirmeye hazırım. Akay ve Hakan geldi. Hepimizde bir miskinlik. aa niye acaba. çok mu gezdik ne? Hadi diyoruz ve bi güç Modaya çay bahçesine. Çaylar kahveler derken saat 11 gibi kalkıyoruz ve evlere dağılıyoruz. sonra televizyondu sözlükdü derken saat 1.30 gibi haftasonu bitiyor.

Çok güzeldi. Yazınca tekrar yaşamış gibi oldum.

Bize ayrılan sürenin sonuna geldiğimiz şu dakikalarda hepinize esenlikler dinleyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum sevgili dinleyicilerim. Sağlıcakla kalın.

1 Haziran 2006

Dileklerimi Rüzgara Bıraktım


Eylem "Tibet'ten prayer flag geliyor" diyene kadar ne duymuştum ne de biliyordum ne olduğunu. Hint işi şeyleri çok sevdiğim için gezdiğim bir çok dükkanda görmüştüm ama ne olduğunu sormak gelmemişti aklıma bu bez parçalarının.


Biraz okudum. Tibetli budistlerin yüzyıllardır inandıkları ve uyguladıkları bir gelenek. Evlerinin dışına , rüzgar alan bir yere asarak dileklerinin rüzgar ile geldiğine inanıyorlar. Herhangi bir şekilde yere düşer veya bir zarar görürse yakılması gerekiyor ve uğursuzluk bu şekilde yok ediliyor. Beş renkten oluşuyor ve bunlar buda ailesini ve onun elementlerini yansıtıyor. mavi: uzay, beyaz: su, kırmızı: ateş, yeşil: hava ve rüzgar, sarı: dünya...Üzerindeki desenler ve yazılar uğur getireceğine inanılan anlatımlar içeriyor...

Ve dün geldi bizimkiler.
"Rüzgara asacaksın" dedi Eylem
"Üzerine istediğin şeyleri de ilave edebilirsin."
Heyecanla "ohoooo bissürü şey var yazacağım" dedim.
"hımm görücez, ben pek bişey yazamadım. Öyle olmuyor" dedi..

E haklıymış. Gece onlardan döndüğümde sakat ayağımla (burktuk efem) seke seke bir heves hemen evin rüzgarlı yerlerini araştırıp asmaya koyuldum. Önce dileklerimi ilave etmeliydim.. Aldım kalemi oturdum heyecan içinde hemen başlayacaktım yazmaya ama bulamadım birşey. Önce daha mutlu olmayı, sonra sağlıklı olmayı, e aile için de aynıları, sonra biraz da rahat yaşayacak maddiyat ee? sonra?? Üç dört şey yazdım. Daha ne olsundu.

Dilek dilerken bile niye aza kanaat ediyorum, niye hep "böyle de olur" diyen benim, niye "elimde var olan zaten en değerlisidir" düşüncesi beni böyle esir almış, bunca sukunet bana zarar veriyor farkındamıyım, kabullenmişlik..

Hımm şimdi şekilleniyor "prayer flag" üzerine yazacaklarım...